İslam Dini nasıl doğdu, kaynağı nedir?
Din insanla birlikte düşünülür, birbirlerinden ayrılmaz. İnsan din ile ikiz kardeştir, insanla beraber doğmuş ve insanla birlikte hayatını devam ettirir. İnsanın yaratılışından beri din düşüncesi mevcuttur. Nerede bir toplum varsa orada mutlaka bir din ve inanç sistemi vardır.
“İnsan düşünülürken zihne derhal bir din duygusunun gelmemesi mümkün değildir.”
Zaten tarihin hiçbir döneminde dinden haberi olmayan bir topluma rastlanmamıştır. Çünkü din, insanın hiçbir şekilde vazgeçemeyeceği en önemli bir ihtiyacıdır. İnsan var oldukça din de yaşayacak ve baki kalacaktır.
İlim ve teknik ne kadar gelişse de insanın dine olan ihtiyacı azalmaz, gittikçe daha da artar. Hatta böyle bir zamanda hak dini arama ihtiyacı daha fazla artış göstermektedir. Çünkü ölüm gibi bir gerçekle yüz yüze olan insan, ancak dinde bulacağı hakikatle kendisini felaketten kurtaracak, huzur ve saadetin hazzını alacaktır.
Din, insanda var olan fıtrî ve asil bir duygudur. Akıl, kalp ve vicdan gibi yaratılıştan gelen bir unsurdur. Nasıl ki kalp insan için hayatî bir unsur ise din de onun kadar önemlidir ve lazımdır.
Din, önceden yokmuş da sonradan ortaya çıkmış veya insanların kendilerinin icat ettiği bir şey değildir. O, ruhun bir ihtiyacıdır.
Yüce Allah, insanı yaratırken din duygusunu ruhuna yerleştirmiştir. İnsanda var olan ve hiçbir zaman şaşmayan fıtratı ve yanılmayan akıl ve vicdam, kâinatın bir Yaratıcısı bulunduğunu rahatlıkla bulabilir ve anlayabilir, O’na bağlanıp kul olmaya çalışır.
Ancak yaratılışta var olan bu duygunun pekişmesi ve gerçek yerini bulması için Cenab-ı Hak insanlığa peygamberleri göndermiştir. Peygamberler Rablerinden vahiy ve ilham yoluyla aldıkları bilgiler sayesinde insanlara aydınlık yolu ve istikameti çizmiştir, gerçek bir rehber olarak insanlara hakkı ve hakikati göstermişlerdir. Bunun için dinin esas kaynağı “vahiy ve nübüvvet” tir.
İşte peygamberlerin öncülüğünde yolunu bulan insanlar, hak yolu bulmakla saadet ve huzuru tatmış olurlar. İnsan olarak kendilerinden bekleneni en güzel bir şekilde yerine getirmeye çalışırlar.
Ancak bazı insanlar zamanla vicdanının sesine kulak vermeyip fıtratına uygun hareket etmediği için istikameti kaybetmektedir.
Din duygusunu söküp atamadıkları için böyle bir ihtiyacı yanlış bir yolla gidermeye yeltenmişlerdir. O manevî boşluğu batıl bir yolla doldurmaya çalışmışlardır. Böylelerinin durumunu Bediüzzaman şöyle dile getirir:
“İnsan fıtratan mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikat kazarken ihtiyarsız (elinde olmadan) dalâlet başına düşer. Hakikat zannederek başına giydiriyor.”1
Halbuki böyle hayatî bir ihtiyacı yanlış ve hatalı metot kullanarak karşılamak mümkün mü? Hakka gönül veren insanların her zaman rahat edecekleri bundan da anlaşılmakta değil midir?