Deniz kenarında küçük bir kasabada zengini fakiri her sınıftan insan birlikte yaşıyordu. Bir gün kasabaya oldukça fakir bir aile taşındı. Ailenin hali içler acısıydı, öyle ki yiyecek ekmeği bile zor buluyorlardı. Üç çocuklu olan bu ailenin durumuna dayanamayan kasabalı ellerinden geldiğince aileye yardım etmeye çalışıyordu. Bazıları çocukların ihtiyaçlarını karşılarken bazıları da evin kışlık ihtiyaçlarını karşılıyordu. Kasabada yaşayan ve maddi durumu çoğu aileden daha iyi olan Nilgün Hanıma göre bu gibi ailelere iyilik yapmak pek de doğru değildi. Çünkü onlar da çalışmalı kendi parasını kazanmalıydı, onları fazla şımartmamak gerekiyordu. Nilgün Hanımın bu düşüncesine katılmayan diğer komşular onu mütevazı olması konusunda uyarsa da o bu uyarıları pek de dikkate almıyordu.
Bir gün köyden gelen bu fakir ailenin küçük çocuğu, kucağında sokakta bulduğu yaralı bir kediyle Nilgün hanımın kapısını çaldı.
-Teyze ben bu kediyi sokakta buldum karnı çok aç bizim evde yiyecek bir şey olmadığı için sizden biraz süt istiyorum. Belki kedinin karnını doyurmam için bana yardım edersiniz.
Diyince Nilgün Hanım bu duruma çok sinirlenerek:
-Çekil şuradan be çocuk sen önce kendi aç karnını doyur da sonra kedin için dilencilik yap!
Diyerek çocuğun kendisine uzattığı tası elinin tersiyle fırlatınca çocuk ağlayarak oradan ayrıldı. Sesleri duyup dışarı çıkan komşular neler olduğunu merak edince Nilgün Hanım açtı ağzını yumdu gözünü:
-Size kaç kere dedim ki şu sefil çocuklara yüz vermeyin başımıza çıktılar. Nasıl cesaret aldıysa kapımızı çalıyor. Kendi karnı doymuş gibi bir de sokaktan kedi köpeği kapımıza getiriyor. Kasabamızdan defolup gitseler de bu sefillerden kurtulsak. Bizim gibi insanların onlarla ne işi olur? Onlar kim, biz kim?
Diye söylene söylene evine girdi.
Aradan aylar geçti soğuk bir kış ayında kasabalı gecenin bir yarısı kulakları sağır eden bir sesle yataklarından fırladılar. Herkes kıyamet kopuyor zannetse de aslında çok şiddetli bir deprem oluyordu. Bu depremle kasaba tabiri caizse yerle bir olmuştu. Sabah olunca enkaz altından canını kurtaran insanlar, yıkılan evlerinin ve kaybettikleri her şeyin farkına varmaya başladılar. Evlerin çoğu yıkılmıştı. Taş taş üstünde kalmamıştı sadece birkaç müstakil ev ayakta duruyordu. Bu evlerden birisi de kasabaya yeni taşınan fakir ailenin eviydi. Enkazdan çıkarılan Nilgün Hanım ve ailesiyle birlikte çoğu kişi ısınmaları için bu evlerde misafir edildi. Nilgün Hanım depremde evlerini, malını mülkünü kısacası her şeyini kaybetmişti. Bundan sonra çocukları ve kocasıyla birlikte evsiz barksız sokaklarda kalmaya mahkûmdu.
Kasabaya yardım için gelenler depremzedeler için yiyecek ve içecek yardımı getirmişlerdi. Herkes sıraya girmiş tabağına koyulacak yemeği bekliyordu. Nilgün Hanım da herkes gibi yemek almak için aynı sıraya girmişti.
Aslında yemek dağıtılan çadırın önünde sıraya girmek çok zoruna gidiyordu ama çocukları çok açtı ve başka çaresi yoktu. Bir zamanlar küçük gördüğü o fakir aile ile birlikte aynı sırada yemek almak için bekliyordu.
Yemek alma sırasında yanında duran küçük çocuk ona dönerek:
– Nilgün teyze bu akşam çocuklarınızla birlikte bizim eve gelin, bizde kalın, bizim sobamız var üşümezsiniz.
Diyince Nilgün Hanım ne diyeceğini bilemeden öylece kalakaldı. Aç karnını doyur diye kapısından kovduğu küçük çocuğun elindeki yemek dolu tabağı kendisine doğru uzattığını görünce gözyaşlarını tutamadı ve içinden şu sözleri geçirdi:
- Şaşmam deme şaşarsın… Düşmem deme düşersin… Meğerse insanın ne olacağı, ne göreceği hiç belli olmazmış. İnsan gün gelir kapısından kovduğu, hor gördüğü kişiye muhtaç olurmuş.
Bu hikaye Cennet Bahçemiz sitesinden alınmıştır.